Ezgi Burgan
Elisabeth Fisher’in (1979) çuval kuramına göre ilk kültürel gereç; avlanmaya yarayacak mızrak gibi büyük, uzun ve sert bir cisim değil, içine muhtemelen yabani yulaf tohumlarının doldurulacağı çuval gibi bir taşıma gerecidir.**Büyük-uzun-sert gerecin tarihe damgasını vurmasının nedeni ise Le Guin’e (2011) göre, onunla yazılacak hikayenin çok daha macera, korku, kahramanlık dolu ve erkek egemenliğine dayalı olmasıdır. Peki ilk kültürel gerecin mızrak olduğuna ilişkin anlatı nasıl bir anlatılaştırma biçimi ile tarihsel bir “gerçek” haline gelmiştir? Bu anlatı nasıl bir anlatılaştırma biçimi ile doğal olarak kabul edilmiştir? Bu anlatı ve buna dayanan diğer bilimsel anlatılar dünyanın her yerinde, her zaman ve bütün cinsiyetleri ve türleri aynı değer ölçütlerine dayanarak mı temsil etmektedir? Bu yazıda bu soruları takip ederek, et yeme pratiği üzerinden, insan merkezciliğin ve erkek egemenliğin kesişiminde, bilimin nasıl bir işlev gördüğü sorusunu tartışmaya çalışacağım. İlk kültürel gerecin mızrak olduğuna ilişkin bilimsel anlatı, erkeğin avcı, kadının ise toplayıcı olduğu bir döneme işaret eden bir tarih anlayışı üzerinde temellenir. Kadınların ev, erkeklerin ise kamusal ile ilişkilenmelerini beraberinde getiren bu ayrımda erkekler, avlanmak için araç gereç geliştirerek ve sağladıkları et ile insanlığın kültürel gelişimine ve insan beyninin gelişmesine katkıda bulunanlar olarak temsil edilirken; kadınlar evrim sürecinde pasif ve kültürel olarak da eve bağımlı adledilirler (Dahlberg 1981, 1). Bu anlatıya karşın birçok araştırma, avcı toplayıcı topluluklarda beslenmenin esas dayanağını avcılığın değil toplayıcılığın oluşturduğunu ifade etmektedir (Fisher 1979; Dahlberg 1981; Slocum 1975). Bu araştırmacıların ortaya koyduğu alternatif evrim şemasına göre, toplayıcıların çoğunlukla kadınlardan oluştuğu varsayımı, aynı zamanda, yaşamı üreten gücün kadınlar olduğu varsayımını beraberinde getirmelidir. Dahası uzun süren hamilelik ve çocuk bakımı gibi zorlu süreçlere rağmen bunu başarabilen kadınların hangi besinlerinin yenilebilir olduğunu saptamak üzere toplayıcılık yeteneklerini geliştirdikleri ve bu besinleri toplamak üzere çuval gibi ilk kültürel gereçleri icat ettikleri söylenebilir (Fisher 1979). Mies’a göre de etin önemi, yaşamın üretici gücü olmasından değil, tam tersine gündelik yaşamın üretilmesinde temel işlevi olmayan ancak nadir elde edilebilen ve bu nedenle yaşamı ele geçiren bir mal olarak değerlendirilmesinden kaynaklanır (2011, 133); böylece “bu malın kontrolüne sahip olanlar, güce de sahip olurlar” (Adams 2013, 90). Avcı erkek anlatısı ile kadınların emeği ve üretici etkinliği görünmezleştirilmektedir. Fakat aynı zamanda bu işbölümünde erkeğe atfedilen avcılık etkinliğiyle gıda maddesi olarak “et” yaşama egemen güç haline gelirken; kadınlara atfedilen toplayıcılık etkinliğiyle de et dışında kalan çeşitli gıdalar tek tip ve yaşamın idamesinde işlevsiz “ot çöpler” olarak ikincilleştirilir. “Kadın yiyeceği” söylemiyle yapılan bu ikincilleştirme hem cinsiyetçi hem de türcü bir şekilde inşa edilir. Carol Adams’ın deyişiyle; “İkinci sınıf yurttaşlarla ilişkilendirilen gıdalar, ikinci sınıf protein olarak görülmeye başlanmıştır. Nasıl bir kadının yalnız başına yapamayacağı düşünülürse, sebzelerin de yalnız başlarına bir öğün etmeyeceğini düşünürüz.” (2013, 88). Erkeklerin avcı olduğu ve temel hayati besini sağladığı, kadınların ise ancak tali besinler olan sebzeleri ve meyveleri topladığına ilişkin olan bu mit, hem cinsiyete dayalı işbölümünü ve cinsiyet ilişkilerini erkeğin çıkarına uygun bir şekilde inşa etmede hem de beslenme biçiminde erkekle ilişkilendirilen eti merkeze almada rol oynamaktadır. Mızrak ve avlanmaya ilişkin mitlerin en güçlü dayanağı belki de onların zorunlu bir kökenden gelen zorunlu bir işleyişe, bir doğa yasasına referans etmesinde aranabilir. Ancak et yemeyi ve erkek egemenliğini temellendirmek üzere, insanın ezeli ve yaban kökeni olarak avcı-toplayıcılığı referans almak, zamansal ve mekânsal çeşitliliği de göz ardı etmek anlamına gelmektedir. Oysa avcı-toplayıcı kültürde et yoktur; var olan bir geyik, bir aslan ya da başka belirli bir hayvan olabilir; bu belirli hayvanın öldürülmesi açık bir şekilde ortadadır. Et yemeyi doğallaştıran modern anlatılarda ise, avcı toplayıcılıkta avlanan belirli bir hayvanın yerini, normalleştirmeye özgü bir sıçramayla, insan beslenmesine sunulan bir ürün olarak et almıştır.*** Marti Kheel (2004) et yemenin beslenmesel bir norm olarak doğallaşmasını cinsel normların doğallaşması ile kesişimselliği içinde açıklar. Kheel, Adrienne Rich’in (1996) “zorunlu heteroseksüellik” kavramından yola çıkarak “zorunlu et yeme” kavramını ortaya koyar. Rich, zorunlu heteroseksüellik kavramıyla, ataerkil toplumda heteroseksüelliğin bir seçim ya da tercih değil zorunlu bir kurumsal norm olduğunu , “zorla empoze edildiğini, yönetildiğini, organize edildiğini, propagandasının yapıldığını ve devam ettirildiğini” söyler (1996, 131-132).
Kheel’e göre de, aynen heteroseksüellik gibi; et yemek de erkek egemen toplumun hayvanlara ve onların etlerine ulaşma hakkını garantilemek amacıyla “zorla empoze edilen, yönetilen, organize edilen, propagandası yapılan ve devam ettirilen” zorunlu bir kurumsal normdur (2004, 329). Her iki norm da gücünü tıbbi bilimsel anlatıların beden üzerindeki tanımlayıcı ve teşhis edici rolünden alarak normali ve anormali belirler; böylece uzman bilgisi bedeni ve yaşamı tıbbileştirir. Zorunlu heteroseksüellik, eşcinselliği hastalık olarak tanımlarken, zorunlu et yeme normu ise et yememeyi hastalık ve dengesiz beslenme olarak tanımlayarak her iki pratiği birer tıbbi meseleye indirgemiştir; böylece bu norma uymayan pratikleri ise (lezbiyenlik, veganlık gibi) eksiklik ve anormallik olarak işaretleyerek dışlamıştır. Hayvanlar arasında ve insanlar arasında yapılan cinsel ve türsel kategorilendirmelerin bir diğer özelliği her ikisinin de sömürgecilik ve Avrupamerkezcilikle ilişkili olması ve onlara dair bilgi üretiminin bu süreçten geçmesidir. Bunun oldukça isabetli örneklerini Fanon’un çalışmalarında görmek mümkündür. Fanon (2009) sömürgecilerin sömürdükleri insanları sıklıkla zoolojik terimler kullanarak çağırdıklarını ve aşağıladıklarını ifade eder. Modern kapitalist ataerkler, Batı-dışını doğa alanına atfederek, buradaki kadınları ve “küçük erkekler”i, insan-dışı, barbar ve iğrenç olarak tanımlamasının yanı sıra, onların bütün yapıp ettiklerini, birbirleriyle ilişkilerini, hayvanlarla ilişkilerini ve dolayısıyla beslenme kültürlerini de aynı şekilde insan-dışı, barbar ve iğrenç olarak nitelendirerek aşağılar. Doğu’nun yemek için kullandığı hayvanlar, ancak Batı için yenilebilir kabul edilebilir oldukları ölçüde, “medeni” bir yeme pratiğinin nesnesi olarak görülürler. Burada homojenleştirme, hayvanlar üzerinde işler ve Batı’nın yenilebilir hayvanları, bütüncül bir kategori olarak “et” temsilinde homojenleşir. Bunun yanısıra Doğu, ancak Batı’nın medeni olarak tanımladığı kategoriye giren hayvanları yiyerek “ilkel”liğin tanımlandığı doğa alanından çıkıp “medeni” olabilir. Bu nedenle örneğin Hindistan’da ineklerin yenilemez olması ya da köpeklerin yenilebilir olması; bu yeme pratiklerinin sınıf ve kültür gibi ayırdedici kriterlerle ilişkisi değerlendirmeksizin, homojen bir Hindistan resmi oluşturulmasında kullanılır. Avrupamerkezci egemen, Agamben’in (2013) deyişiyle, hayatın siyasal anlamını yitirdiği, sadece “kutsal hayat” haline geldiği ve dolayısıyla da yok edilmesinin mubah olduğu eşiğe karar verir, “yaşanmaya değmeyen hayat”ın ölçütünü belirler. Agamben’in bu ifadesini, insan olmayan hayvan türlerinin yaşamının/ölümünün belirlenmesi üzerinden düşünecek olursak, bu noktada da egemen iktidar hangi türün ölümünün “cinayet” hangi türün ölümünün ise “üretim” olarak adlandırılacağını belirlemiştir. Bu normlar belirli bir toplumda ve kültürde hangi hayvanların yenilebilir ve hangilerinin sevilebilir olduğunu belirlemiştir. Böylece Batı’da rakamlar ve ölçeklerle konuşan bilimsel anlatılar, haftada ne kadar kırmızı etin ne kadar yararlı olduğunu, “özgür gezen tavukların” ya da “deniz balıklarının” besin değerlerini söylemine katar. Seri halde yapılan et üretimine, yoksul ve etten mahrum ve Batı’nın erkeksi “korumacılığına” mahkum bir Doğu fantazisi eşlik eder. Buna karşın Doğu’nun neden yoksullaştığı irdelendiğinde bu fantezi ortadan kaldırılabilir: Yeryüzündeki verimli toprakların ve suyun üçte biri hayvan besiciliği için kullanılmakta ve böylece hayvan besiciliği, hem toprağın ve suyun hem de burada çalıştırılan insanların sömürülmesinin bir aracı olmaktadır. Bir başka deyişle hayvancılık için yapılan küresel endüstriyel tarım dünyada bir yandan seri ve ucuz işgücüne dayanan et üretimi sağlarken bir yandan da üretiminin dayandığı topraklarda açlık ve yoksulluk üretmektedir. Hayvancılık için tarım yapılan bölgelerde topraklar verimsizleşir, su kaynakları tüketilirken, yoksulluk artar ve ekolojik tahribat yoğunlaşır. Egemen bilimsel anlatılara karşı birçok bilimsel araştırma, bugün dünya üzerinde yoksulluğun ve küresel ısınmanın en önemli nedenleri arasında hayvancılığı saymaktadır.4 Buna karşın bu çalışmaların sayıca azlığı ve erkeklik ve et yemenin kesişimselliğinde genellenmiş ötekiler inşa eden bilimsel anlatıların egemenliği, bizi Edward Said’in (2004) sorduğu soruya getirmektedir: Eğer bilgi, ancak çeşitli kurumlar içerisinde üretiliyorsa ve dolayısıyla daima devletle ve onun siyasi pratikleriyle ilişki içerisindeyse, farklı türden bir bilgi üretimi nasıl mümkün olacaktır? Sanıyorum ki bu anlatıları sorgulayan feminist bilim pratiği, bu anlatılara karşı çuval kuramını mutlak kökensel bir cevap olarak ortaya koymayı değil ancak; onun verimlerinden yararlanarak şu gibi soruları sormayı bir başlangıç olarak kabul edebilir: İnsan ve hayvan, kadın ve erkek arasında mutlak sınırlar var mıdır? “Piliç” niçin eşsesli bir kelimedir? Mcdonalds’ın “ateşli piliç” reklamında niçin kadın bedenleri sergilenir? Kültürümüzde mangal yapmak neden erkeklerin işi olarak egemen kabul görür? Erkeklik tarih boyunca her yerde anlamını koruyarak mı süregelmiştir? Et yemek ve hayvanların sömürülmesi her zaman her yerde normal mi kabul edilegelmiştir? Peki ya ilk kültürel gereç mızrak mıdır? Ya çuval ise?
* Bu yazı Fe Dergi 2015, cilt 7, sayı 2’de yazarın aynı başlık ile yayımlanan yazısından kısaltılmıştır.
** Fisher egemen mızrak anlatısına yönelik bu eleştirisinde yalnız değildir. İlk kültürel gerecin mızrak olduğuna ilişkin anlatı pek çok teorisyen tarafından sorgulanmakta ve günümüzde tartışmalı bir konu olarak değerlendirilmektedir. Örneğin, Sally Slocum (1975) ilk kültürel gerecin kadınların yiyecek hazırlamalarına yardımcı olan el baltaları olduğunu iddia eder.
*** Bu konuda yapılan birçok araştırma hayvan besiciliğini küresel ısınmaya etki eden ilk üç etken arasında saymakta ve onun küresel ısınmaya, ulaşımın etki ettiğinden daha fazla etkide bulunduğunu göstermektedir.
Kaynakça
Adams, Carol. Etin Cinsel Politikası- Feminist Vejetaryen Eleştirel Kuram. (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013). Agamben, Giorgio. Kutsal İnsan- Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013).
Dahlberg, Frances. Woman the Gatherer. (New Haven: Yale University Press, 1981).
Fanon, Franz. Siyah Deri Beyaz Maske. (İstanbul: Versus Yayınları, 2009).
Fisher, Elizabet. Woman’s Creation: Sexual Evolution and the Shaping of Society. (Norwell: Anchor Press, 1979). Kheel, Marti. “Vegetarianism and Ecofeminism: Toppling Patriarchy with a Fork.” Food for Thought: The Debate Over Eating Meat (ed.).
S. F. Sapontzis, Amherst, (New York: Prometheus Books, 2004).
Le Guin, Ursula. K. “Çuval Kuramı ve Kurgu.” Kadınlar Rüyalar Ejderhalar, (İstanbul: Metis Yayınları, 2011).
Mies, Maria. Dünya Ölçeğinde Ataerki ve Birikim: Uluslararası İşbölümünde Kadınlar. (Ankara: Dipnot, 2011).
Rich, Adrienne. “Compulsory Heterosexuality and Lesbian Existence”.
Feminism and Sexuality. 130-144. (Edinburgh: Edinburgh University Press, 1996).
Said, Edward. Kültür ve Emperyalizm. (İstanbul: Hil Yayınları, 2004).
Slocum, Sally. “Woman The Gatherer: Male Bias in Anthropology”.
Rayna R. Reiter (ed.), Toward an Anthropology of Women. (New York: Monthly Review Press, 1975).
Veg&Nature Dergisi yaz sayısında yayınlanmıştır.